11 Ekim 2013 Cuma

Sabahattin Ali, İki Gözüm Ayşe

Göklerde kartal gibiydim / Kanatlarımdan vuruldum/ Mor çiçekli dal gibiydim/ Bahar vaktinde kırıldım.


Türkiye’nin ilk faili meçhul cinayetinin kurbanıdır Sabahattin Ali ne yazık ki. Ve ne yazık ki arkası gelecektir bu cinayetlerin.

Kitabı okumadan önce Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya aşık olduğunu ve bu mektupların aşk kokan mektuplar olduğunu düşünmüştüm. Oysaki bu mektuplarda biraz aşk, çokça dostluk var. Sabahattin Ali bazen aşkını itiraf ediyor hatta evlenme teklif ediyor bazende iyi bir koca bulup evlen diyor Ayşe Sıtkı’ya. Ve bir gün Ayşe Sıtkı’dan önce evleneceğim diyor ve evleniyor. Bu mektuplar çokça da mahpus bir adamı dünyaya, yaşama bağlayan mektuplar. Dışardan bir ses duymanın içeridekiler için ne kadar mühim olduğunu anlıyoruz bu mektuplardan. Yani oldukça hayati öneme sahip mektuplar.

Ve Sabahattin Ali’yi en iyi bu mektuplardan tanıyabiliriz sanırım. Onun melankolik olduğu kadar şakacı, ölmek isteyen biri olduğu kadar yaşamada bağlı biri, her an aşık olabilecek biri olduğu gibi evlenmeyi ciddi bir konu olarak gören, insanların onun hakkında ne düşündüğünü merak eden, yeşil mürekkep seven, eleştiriyi pek sevmeyen, eleştirmenleri gereksiz bulan, Ankara sevmez Aydın sever  biri olduğunu satır aralarında okuyabiliriz.

Ve Ayşe Sıtkı’ya da daha az mektup yazdığı için kızmamak elde değil, mahpus olan bir adamın dünyayla tek bağlantısının mektuplar olduğunu düşünürsek, o bir yazarken Ayşe Sıtkı’nın iki üç yazması gerekirdi diye düşünüyorum.

Son olarak; Sabahattin Ali’nin peşini bırakmayan kötü talihini ondan yıllar önce aynı kara bulutla dolaşmış Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Vedad’la benzeştirdim. Okumayanlar için Bir Acı Hikaye’yi de  öneririm.

Kitaptan alıntılar

“Sonra düşünüyorum ki anlamak sorununda zekânın rolü çok azdır. Anlamak için her şeyden önce iki şey lazımdır: Tolerans sahibi olmak, dünyayı ciddiye almamak. Düşünüyorum da, görüyorum ki benim dünyada itham edebileceğim bir fert bile bulunamaz, herkesle özdeşleşerek herkesi anlamaya o kadar hevesim ve istidadım var.”

 “Bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat yarın o fikre hücum için mani teşkil etmemelidir. Dedim ya, hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile…”

“İnsanı asıl öldüren kılıcı yemek değil, “sen de mi Brutus” demek mecburiyetinde kalmaktır.”

“Sebebi basit, benim her zamanki hastalığım: Yine âşıkım. Ah Ayşe, vallahi artık ben de şaşırdım, 15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun âşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum.”

“Dünyaya herkes mukadder bir vazifeyi ifaya gelirmiş, ben de zannediyorum ki sadece âşık olmak, zaman, mekan ve imkân düşünmeden âşık olmak için gelmişim, bereket ki boylu poslu yakışıklı bir delikanlı değilim, o zaman böyle kendi kendime tutuşmakla kalmaz, karşılık falan da görür, işi gücü maceralara haslederdik.”

“Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman: “Birbirimizi bulduk” diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe… Diğer tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor.”

“Gayet samimi söylüyorum Ayşe, şimdiye kadar evlenmeyi çok düşünmüş fakat evlendiğim zaman karımla böyle şeyler yapmaya mecbur kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ben bu işleri tamamen başka cins kadınların harcı telakki ediyordum. Düşün: Mahcup, terbiyeli, ciddi ve namuslu bir kız, insan onu görünce muhakkak hükmeder ki bunun aklından en ufak bir kirli ve gizli düşünce geçmemiştir ve geçemez. Fakat bu kızcağız mesela bir gece koluma girmiş, eve dönerken parmaklarını parmaklarıma geçirip öyle hırslı sıkıyor yahut öyle cesur ve birçok şeyler söylemek isteyen gözlerle gözlerime bakıyor ki utancımdan kıpkırmızı kesildiğimi hissediyorum.”

“Fatma’ya birçok selam. Eğer bu iş olmazsa ve kendisi de edebi ve namusuyla oturmayı vaat ederse Fatma’ya talibim kendisine söyle, eğer sen caymadıysan sana olan nikâh teklifimde de ısrarlıyım. Olmazsa kura çekeceğim. Gözlerinden öperim kardeşim.”

“Fakat benim gibi hayatta hiçbir şeyin zevkli olamayacağına bir kere kanaat getirmiş olanların yaşayışları bir tesadüftür ve yine bir tesadüf onları hayattan kolaylıkla ayırabilir. Ne yapayım, benim yaradılışım böyle imiş.”

“Ben ki hiç tanımadığım ve ehemmiyet vermediğim kimselerin bile şahsım hakkındaki fikirlerini merak eder, onlarda yaptığım tesiri anlamak isterim.”

“Kalemimdeki yeşil mürekkep bitmek üzeredir. Pertev’e gidip almasını söyledim, hiçbir yerde bulamamış ve mor mürekkep almış. Yani bundan sonra bu çok sevdiğim renkle yazamayacağım, hiç olmazsa uzun bir müddet…”

“Ayşe görüyorsun ki bitmek üzere olan bir mektup bana bir sürü gevezelik vesilesi verebiliyor. Sen bu kadarcık bir bahane bulmaktan ve bana birçok sayfalar doldurup göndermekten aciz misin? Senin erkekliğine, aman kadınlığına yakışır mı bu? Bütün lakırdı hazinenizi evlendiğiniz zaman kocanızın başının etini yemeye mi saklarsınız anlamam!...”

“Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte bu kadar ısrar etmeli?”

“Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki içersi benim kadar hayat dolu pek az insan vardır, fakat her şeyin fazlası gayri tabii neticeler verir. Ben o kadar çok, o kadar başka, o kadar çeşitli yaşamak istiyorum ki, bu arzu beni diğer yaşayanlardan ayırarak hayatımı, beni canımdan bezdiren hadiselerle dolduruyor ve ben yaşamamayı istiyorum, yani o kadar çok yaşamak istiyorum, hayatı o kadar seviyorım ki, asla az olmayan fakat daima engellere çarpan bu arzu beni ölümü dört gözle arayacak hallere düşürüyor.”

“Düşün Ayşe, ben bana lüzumsuz yere surat eden bir arkadaş yüzünden günlerce – hiç belli etmeden- kendimi yerim. Mesela bir lokantada garsonun yemek getirirken parmağıyla tabağın kenarından tutması –sesimi çıkarmasam bile- beni saatlerce sinirlendirir. Ben sesimin daima karşımdakinin sesinden bir perde yukarı çıkmasını, alnımın ( bunu yalnız kendim bilsem bile) daima herkesten bir parça yukarı durmasını isterim, şimdi hapishanede hiçbir hareketlerine ses çıkarmayacağım birtakım mecburi arkadaşlar beni nasıl yiyip bitirirler, akılların almayacağı bir pislik ve sefaletteki bir nezarethane beni nasıl çıldırtır, aşağılık bir karakol kumandanının sırıtarak uzattığı kelepçe beni nasıl öldürür ve en nihayet herhangi bir gardiyanın küçümser tavırları beni nasıl için için kudurtur.”

“Hiç kimse benim kadar azaplı, acılar, üzütüler, bayağılıklar ve densizliklerle bir çocukluk geçirmemiştir. Hatta ben çocukluk bile geçirmediğimi söyleyebilirim ve bugün bazı tavırlarımdaki çocukca haller o zamanlardaki içime atmaların tabii bir neticesidir.”

“Mesela ben seni hiçbir zaman sana mektup yazarken, yani tasavvur ederken olduğu kadar sevmemişimdir. Bütün arkadaşlarım için de böyledir, sevdiklerimi ben arkalarından daha çok severim, hatta onlarla uzun bir beraberlikten adeta korkarım… Korkarım ki uzun bir temas onlarda, kafamdaki tasavvurlarda bulunmayan noksanlar ve sakatlıklar meydana çıkaracak. Aynı zamanda da sevdiklerimin hakikatte benim tasavvur ettiğim gibi olmadığı düşüncesi içimi kemirir, sonra da bunda hata etmek ihtimali ve dostlarımdan şüphelenmek beni pişmanlığa sevkeder.”

“Ölerek beni sevenleri hayal kırıklığına düşürmek istemiyorum. İsteyerek ölmek bir hayli bencilce bir şeydir ve bazı dostlarım beni adeta büyüleyerek kendimden başkalarını da düşünmeye sevkediyorlar. Ve ben onlara adeta kızıyorum. Benim için çok hayırlı ve lüzumlu olduğunu bildiğim bir işten beni alakoydukları için kızıyorum.”

“Mesela her tarafı ormanla sarılı yüksek bir dağda ufak bir kulübede ömrümün sonuna kadar kimseyle görüşmeden yaşamak, taşlar , yapraklarla konuşmak ve düşünmek istiyorum. “

“Bir arkadaş istiyorum. Benimle hiç konuşmadan beni tamamen anlayacak, benimle karşı karşıya saatlerce hiç konuşmadan oturabilecek bir arkadaş.”

“Benim şikayetim bugünkü felaketlerim değildir, ben ileride bu felaketleri zevkle anımsayacak mesut günlere erişemeyeceğimi bildiğim için bu kadar mütessirim.”

“Fakat beni yalnız bırakmayın. Beni kendi kendimle bırakmayın.”

“Muhakkak ki insanlar genellikle fena, daha doğrusu her türlü fenalığa eğilimli. Fakat hepsi böyle , içlerinde müstesnası yok ve iyiler ancak fenalığa zaman, imkan ve vesile bulamayanlar.”

“Çok ve çeşitli yaşamaktan bir şey çıkmaz, çok ve çeşitli düşünmeli…”

“Ben yazılarımı çok severim ve yegâne zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım.”

“Bir frene muhtacım, sana vapurdan yazdığım mektupta yazdığım şekilde bir arkadaşa muhtacım. Yarım taraflarımı örtecek veya tamamlayacak birisine muhtacım.”

“Ve bence eleştirmenler de mebuslar gibi isimleri büyük fakat kendileri lüzumsuz adamlardır.”

“Bence bir kızla ahbaplık eder etmez aklına evlenmek getirmek bir kuzuyu okşarken “kaç okka eti çıkar, pirzolası nasıl olur?” diye düşünmeye benziyor.”

“Çünkü ben içimde birçok insanların aynı zamanda ve aynı kudretle yaşadıklarını duyuyorum. Bazen bu kadar kalabalık şahsiyetlerin arasında kendi hakiki benliğimi bulmakta müşkülat çekerim, hatta bulamam. Bunların hepsi muhtelif zamanlarda ve yerlerde benim hakiki ve samimi şahsiyetlerimdir. Ve işte bunun için ben hayatımda hiç kimseye kati olarak “sen şusun sen busun” dememişim ve sen şöyle veya böyle düşünüyorsun diye hüküm vermemişimdir. İnsanları iyi tanıdığımı iddia ettiğim halde onlar hakkında hüküm vermekten kaçışım bazı kimselerin garibine gidiyor. Fakat ben gayet iyi bilirim ki şimdi şöyle olan bir adam bir müddet sonra aynı samimiyet ile başka türlü olabilir ve bugün düşündüğünün yarın aksini düşünebilir.”

“Mesela hayatta geçirdiği tecrübe veya felaketlerden dolayı esas itibariyle değişmiş bir kişi bile yoktur. Ve bir insanı tecrübe hiçbir zaman daha akıllı yapmaz, belki daha ihtiyatlı yapar.”

“Türkiye çürümüş… Türkiye’nin tamir edilecek hali kalmamış. Türkiye yıkılıp yeniden yapılmaya muhtaçtır. Türkiye’de pek nadir müstesnalarla okumuş yazmış adam bırakmamak, memur bırakmamak hatta şehirli bırakmamak lazımdır. Türkiye’de milyonlarca adamı sürüyüp götürecek çok kanlı bir ihtilal, onun arkasından namuslu fakat şiddetli bir terör lazımdır. Kan birçoğunu öldürür fakat ölmeyenleri yıkar, temizler ve bu memleket de belki bir şeye benzer.”

“Soldaki pencereden doğru gelen yumuşak rüzgar bana dünyada en sevdiğim şehir olan Aydın’ı hatırlatıyor…”

“Fatma’ya cevap yazamıyorum. Geldiği zaman görüşürüz. Beni görünce aklı başından gidiyormuş ama, ehemmiyeti yok, yanına güzelce bir muallim hanım daha alsın, o zaman da benim aklım gider. Ziyarete gelirken münasip şekilde süslenmeyi ihmal etmesin, aylardır güzel kız gördüğümüz yok…”

“Bu Sinop ne berbat yermiş!.. Ahalisi zaten hoşuma gitmemişti ya, havası da berbatmış. “

“Aman Ayşe… İmtihanların bittiyse, işin başından aşkın değilse bana bugünlerde her hafta mektup yaz. Birşeyler bul ve yaz…”

“Halbuki dünyada bana ”ne istiyorsun?” diye sorsalar hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: “Anlaşılmak istiyorum.”

“Ve dikkat ettim, susanlar daha iyi anlaşıyorlar...”

“Dört sene hocalık ettim, her gün bu işten vazgeçip başımı alıp gitmek arzularıyla savaşırdım… Ben bu dünyaya kitap okumak,aklına esince yazı yazmak,akıllı arkadaşlarla fikir ve lakırdı maçı yapmak için gelmişim. Bundan başka her iş iğreti geliyor..”

“En ateşli ve kafası kaynayan adamı Ankara’da bir sene bırakınız, dünyanın en apatik, en boş adamı olmazsa bir şey bilmem… Ne Allahın belası yer be…”

“Bu sefer ben Ankara’ya gelirken Haydarpaşa Vapuru’nda sana böyle bir şey söylediğim zaman “ben karışmam” demiştin. Yine karışma, ben karışayım ve sen bana tabi ol. Hem sen benim gibi efendiyi mum ile arasan bulamazsın. Güzellikte senden fersah fersah ileride. Mesela bir Grek burnu bir Ayşe kıymetinde. Boy pos Allaha şükür yerinde, hiç olmazsa seninkine muvafık. Akıldan yana hiç değilse sen bir şey söyleyemezsin. Aşk ve muhabbet meselesine gelince, beraber gitmekten sıkılmayacak kadar birbirimizden hoşlandığımızı zannediyorum. Suluca âşık olacak kadar çocuk değiliz herhalde. “

“Akıllı Ayşe, bundan sonra sana her mektubumda nikâh teklif edeyim, çünkü böyle yapınca bir haftada cevap alıyorum. Yani tetik ol ,biraz geciktin mi şıp diye nikâhına talibim.”

“Sakın darılma iki gözüm Ayşe’ciğim, ben hatun kişilerin, hatta senin kadar akıllı olanların bile aklından şüphe ederim. Yarın öbürgün kalkar bir serseme varırsınız, insanın yüreği yanar.”

“Bir insanı melaike diye sevmek  budalalıktır, insanları bütün pislikleri, hırsları, zaafları ile sevebilmek bir meziyet, hatta bunun fevkinde bir  şey, bir kahramanlıktır. Dostlarımızda, kendimizde de bulunmayan yücelikler aramak insafsızlıktır. Bütün insanlar birbirinden farksızdır.”

“Ha, aklıma gelmişken söyleyeyim, müsaade buyur da yazılarımı yalnız ben “gevezelik” diye niteleyeyim, sen bu kelimeyi kullanma; olmaz mı?”

“Ben gebersem 40 yaşında bir Sabahattin Ali’yi gözümün önüne getiremiyorum.”

“Ayşe, mektuplarımı kirli çoraplarının yanına attığın hakkındaki sözlerin şaka mı yoksa ciddi mi?”

“Ayşe, sana yalnız sana bir şey söyleyeceğim: Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır, fakat bunların bir tanesi onarılamazdır. Ve beni her zaman üzecektir. Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim.  Bunları neşretmekle asla iyi bir şey yapmış olmadım.  Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim. Gelip geçici bazı taraflarım bunlarda görülse bile ben asıl Sabahattin Ali ile bu yazılar arasında bir irtibat göremiyorum. ..”

“Birkaç sene evvel Pertev’e yazdığım mektupta tasvir ettiğim zevceyi, ben çalışırken el işiyle uğraşan, bana çay pişiren ve kapılardan melek gibi, hayal gibi süzülen kadını hatırladım. Bir tane bulursam derhal emre amadeyim. A benim Ayşe’ciğim, sen böyle mahlukların yeryüzünde mevcut olmadığını benden iyi bilirsin. O zahiren yumuşak görünen kediler yakayı bir kere ellerine verilince ne kaplan kesilirler bilsen… Hem de ne laf anlamaz kaplan… Ben bu kaplanların laf anlayanını tercih ederim.”

“Beni annem bile sevmez, sevmek istediği halde sevemez. Kendisine her türlü münasebetsizliği yapan erkek kardeşimi sever, küçük kız kardeşimi sever, fakat beni sevemez. Basit kafası böyle bir şeyi kabul edemediği için sever rolü oynar, hatta kendisine karşı bile…”

“Ve yalnız annem değil, hiç kimse beni sevemez.  Birçokları beni garip, hoş, tetkike değer bulurlar. Birçokları beni beğenir ve bana acırlar.  Bana karşı alaka duyarlar. Bazen bu muhtelif hisler o kadar karışır ki, beni sevdiklerini zannederler.  Fakat ben beni hiçkimsenin sevemeyeceğini bilirim. Beni niçin sevemezler? Bunu ben de kati olarak bilmiyorum. Yalnız bunun böyle olduğunu seziyorum.”

“Sen birkaç mektubunda beni sevdiğinden bahsetmiştin, hem çok sevdiğinden… Ve beni kendine yakın bulduğunu yazmıştın… Ben hâlâ buna inandığım halde, buna inanmak istediğim halde bir noktayı halledemiyorum: Beni anlayan ve beni seven bir insan nasıl olur da bana iki ay hiçbirşey yazmayabilir ?”

“Beni yalnız bırakmak, beni öldürmekle birdir.  Yeryüzünde yalnız olmadığım benim her zaman kafama vurulmalıdır.”

“Benim ne afet olduğumu şimdi mi fark ettin ? Ankara’ya gelde yanıp tutuşanları bir gör. Zaten bilmiyor musun a iki gözüm, İzmir’de sen Ankara’da ben, üstümüze dilber yok...”

“Ben kendimi yoklayınca ancak şu iki işi benimseyerek yapabileceğimi hissediyorum: İki bin sene evvel dünyaya gelip Eflatun’un akademisinde çene yarıştırabilirdim. Bir de bugün bile hiçbir yerde, uzun müddet kalmadan, hatta birçok vücut hırpalanmalarına da tahammül ederek dünyayı dolaşabilirim. Ölünceye kadar gezebilirim. Hatta o zaman konuşmak ihtiyacını bile duymam.”

“Bu sefer Ankara’ya gidersem, yukarıda yazdığım gibi, etrafıma bakmadan çalışmak, kendi alemime gömülmek, etrafımla ancak bir gözlemci sıfatı ile alakadar olmak niyetinde olduğumdan, eskisi gibi kötüleyemeyeceğimi tahmin ediyorum. “

“Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine  âşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat âşıklık sana üzüntü vermeye, seni şevkli çalıştırmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye başlarsa derhal vazgeç.”

“İzmir’i sevmiyorsun pekâlâ ama hâlâ anlayamadın ki dünyanın her yeri aynı boktur… En akıllıca iş bulunduğu yere tahammül etmek, orayı katlanılır hale sokmaya çalışmaktır.”

“Dış hayatını makineleştir ve kafanı ancak kitaplarla ve kafa dengi dostların düşünceleriyle meşgul et…”


“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.  Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz.  Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük…
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeği verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”




6 Ekim 2013 Pazar

Nehir; Hira Tekindor çevirisiyle, Ayça Bingöl, Canan Ergüder, Haluk Bilginer





Özel tiyatrolara fahiş fiyatlarından dolayı pek gitmem. Devlet ve şehir tiyatrolarında da iyi oyun bulabilmek oldukça zor. Aklımda kalan oyunlar Ful yaprakları, Profesyonel, Sokrates’in son gecesi ve özel tiyatroda oynayan Mucizeler Komedisi sadece. Yine de her sene birkaç oyun izlerim. Bu sene başlangıcı biraz tuzlusundan yaptım. Oyun atölyesinin Nehir oyunuyla. Herşeyden önce Haluk Bilginer’i izlemek bir zevk. Küçük bir salonda 3.sıradan izledim, elimi uzatsam tutacaktı hani :)  Sesi, tarzı, tipiyle oldukça etkileyici bir adam. Bir kahve içsek, biraz konuşsak aşık olabilirdim sanırım. Bir de Ayça Bingöl’ün bacaklarına bayıldım, çok güzeller :)

Gelelim oyuna; bildik sıradan bir konunun, bir adamın ayrıldığı veya ölen eski sevgilisini hayatına giren yeni kadınlarda araması, onunla olan macerasını tekrar etmesinin anlatımı. Oyunda fazlaca argo kullanımı açıkcası beni rahatsız etti. Yerli yerinde olunca argo, müstehcenlik oyuna, hayata ayrı bir tat katıyor. Ama gereksiz kullanılınca da tam tersi bir etki yapıyor. Oyunculuklara söylenecek bir laf yok elbette sadece en sonda çıkan 4. oyuncu çok alakasız olmuş. Sanki setten birini nasılsa 2 dakikalık bir rol deyip yaka paça oyuna sokmuşlar gibi duruyordu. Konu çarpıcı olmayınca ve 1 saat gibi kısa süren bir oyun olunca insan verdiği paraya üzülüyor. Bildiğiniz gibi özel tiyatro fiyatları öyle her ay gidilebilecek gibi değil. 50 tl normal fiyatı, indirimli seans fiyatı ise 35 tl. İyiki de 35 tl vermişim ki ona bile üzüldüm.Tek tesellim Haluk Bilginer’i dünya gözüyle görebilmek oldu.

Ve tam Türk insanın yapacağı şeyi yaparak oynadığı rolle Bilginer’i özdeşleştiriyorum. Evet oyundada kadınları aldatan bir erkeği canlandırıyordu, gerçek hayatında da pekde bunun dışında biri olmadığını biliyoruz. Oynarken çokda zorlanmamıştır sanırım.

Sonuç olarak, ben Haluk Bilginer’i ne olsa izlerim diyorsanız gidin ama tiyatro benim için daha mühimdir paramın hakkını almak isterim diyorsanız bence verilen paranın karşılığını vermeyen bir oyun. Konu sıradan olunca oyunun süresini uzun tutup biraz daha farklılıklar katmak gerekir diye düşünüyorum.

Not: Ahşap dekor çok güzeldi.