30 Aralık 2013 Pazartesi

Hayat gezince güzellllll



Yine bir seyahat heyecanı sardı beni. Seyahatin düşüncesi bile beni mutlu ediyor, heyecanlandırıyor. Taaa mayısta gideceğim ama şimdiden hazırlıklara başladım. Bu seferki ülke İspanya. Barcelona,Madrid,Endülüs ve İbiza. Huuu huuuuu seviyorum gezmeyi.  Sıkıcı bir işte çalışıp kazandığım parayla keyifli şeyler yapmayı seviyorum, yapmalıyım yoksa bu iş beni öldürür.

13 Aralık 2013 Cuma

Bu aralar...


İspanya heyecanı sardı bünyemi, biletleri rezerve ettik bile. Fransa'da bile ingilizce konuşan daha fazla varı duyduğumdan beri ispanyolca çalışıyorum. Hoş ingilizcede çat pat bilirim ama yine de derdimi anlatabiliyorum. İspanyolca eğlenceli bir dil ve sanırım öğrenmesi en azından derdini anlatacak kadar çok zor değil.

Yıllar önce yayınlanan ve maalesef çok sonra farkettiğim Yeditepe İstanbul'u izlemeye başladım. Ne müthiş kadro! Akşam trafik çilesini onlarla atlatıyorum.

İlk defa Kerem Görsev'i izledim,dinledim. Etkilendim coşkusundan, işini severek yaptığı çok belli.

İlk defa Yaşar Kemal okuyorum, geç olsun güç olmasın diyorum.

21 Kasım 2013 Perşembe

Amak-ı Hayal, Filibeli Ahmed Hilmi



Kuyucaklı Yusuf'u okurken karşılaştım bu isimle Amak-ı Hayal,ve ne tesadüf ki tam da romanı bitirdiğim günün ertesinde kitapçıda birden gözüme ilişti bu kitap. Ve hemen aldım.




Kitap hakkında yazılanlara baktığımda çok etkilendim, tekrar tekrar okudum denilse de nedense beni o kadar etkilemedi. Belki de daha önce bu tür kitaplar okuduğum için belki de anlamam için daha yüksek seviyelerde olmam gerektiği içindir.

Beni en çok etkileyen bölüm karıncaların hikâyesinin anlatıldığı bölüm oldu. Bölüm birkaç sayfadan oluşuyor özet geçersem, kahramanımız yine rüyaya dalar ve kendini şehzade karınca olarak bulur. Ama aynı zamanda insani özelliklerde göstermektedir.

Bir gün hocalarından biri ondan yardım ister.

- Ey  şehzadem ! Bildiğiniz üzere şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide tuhaf tabiat olayları oluyor. Bir lise öğrencisine bu sene yaptırdığımız ilmi gezintiler neticesinde elimize ulaşan raporlardan, alimlerimizin bir türlü çözemediği hava olayının yeniden başladığını ve her gün düzenli olarak tekrarlandığını öğrenmiş bulunuyoruz.

 Bu yerde, güneş tüm şiddetiyle parlarken birdenbire gökyüzünü kalın bulutlar kaplıyor. Bunu duymuş olmalısınız. Bu bulutlar belli zamanlarda tekrar yok oluyor. Siz de biliyorsunuz ki bu tür tabiat olayları akıl ve mantıkla çözülemez. Deney ve gözlem yapılması gerekir. Geçmişte çözülemeyen bir sürü tabiat olayı bugün çözülmüş durumda. Fakat bu acayip hava olayını bugüne kadar çözen olmadı. Bugün büyük bir hocamız konferans verecek. Eğer müsaitseniz birlikte gidelim.

 Büyük bir kalabalıkla, bu acayip araziye doğru yola çıktık.

Bu yere karınca gözüyle baktığımda, burasının gerçekten hakkında konferanslar verilecek kadar acayip bir yapıya sahip olduğunu gördüm. Fakat insan gözüyle baktığım zaman burasının, iki yanında büyük mağazalar bulunan, Napoli taşlarıyla döşenmiş geniş bir cadde olduğunu gördüm. Bu iki durum arasındaki korkunç farkı düşünüyordum ki tabiatçı bir alim bu garip arazi hakkında konferans vermeye başladı.

-Efendiler ! Burada en çok dikkat çeken şey bu odacıkların şekli ve aralarındaki kanalların düzenidir. Odacıklar yaklaşık olarak düz, kanallar ise mümkün denilecek kadar düzgün çizgilerle dolu. Bu düzenliliğin sebebini alimler bir türlü çözemiyor. Buradakine benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz.

 Konferansın en tatlı yerine gelinmişti ki , yüzbinlerce dinleyici arasından birdenbire bir çığlık koptu. Gökyüzünün açık olmasına rağmen, yağmurla kıyas edilmesi mümkün olmayan müthiş bir sıcak sel binlerce karıncayı sürüklemeye başladı. Kimileri sele kapılıp sürükleniyor, kimileri kaçmaya çalışıyordu. Ben bir dakikalık bir panikten sonra bu garip sel tufanının sebebini anlamak istedim. O sırada damlalar ara ara düşmeye devam ediyordu. Bu müthiş olaya insan gözüyle bakınca, gülmekten ve hayret etmekten kendimi alamadım.

 Garip arazi denilen bu caddede, bir kaldırımın kenarında bulunuyorduk. Bulunduğumuz yerde bir at arabası durmuş; arabacı uyuyor, hayvanlar ise boyunlarına asılı torbadan yem yiyordu. Hayvanların ikisi de sanki anlaşmışlar gibi birden işmeye başlamışlardı. Zavallı karıncaları helak eden sel, bu hayvanların sidiğinden başka bir şey değildi.

 Bütün karıncalar ümitsizlik ve üzüntü içinde benim cesedimle meşgul oluyorlardı. Zira ben de ölenler arasındaydım. Alimler ise garip arazide meydana gelen sel tufanının sebeplerini araştırıyorlardı. Sonunda büyük bir tabiat alimi, kütüphanesindeki bir eserde bunun sebebini buldu. Bu eserde şöyle yazıyordu: “Garip arazide öyle güçlü bir elektriklenme var ki, bazen birdenbire bu elektriklenme şiddetleniyor ve havanın yoğunlaşmasına sebep oluyor. Böylece bulutlardan acayip bir sel boşalıyor.”

 Bu açıklamayı duıyduğum zaman, gözümün önüne yem yiyen yorgun beygilerin işemeleri geldi ve kahkahalar atmaktan kendimi alamadım. Hemen arkasından da uyandım.

O sırada Aynalı’yı gördüm. Bir yandan gülüyor, bir yandan garip bir oyun oynuyor. Hem de mırıldanıyordu.


     Güneş yanar, âlem döner
     Birgün gelir hepsi söner
     Ey sahib-i ilm-ü hüner
     Bilir misin sebebi kim?

     Ne gelen var, ne giden var
     Ne solan var, ne biten var
     Ne gül var, ne diken var
     Bilir misin, sebebi kim?

     Her zerre ferd yoktur eşi
     Acep bunlar kimin işi
     Ey kendini bilmez kişi
     Bilir misin sebebi kim?

    Haktır desen mânâsı ne?
    Sebep midir bir kelime
    Soruyorum sana yine
    Bilir misin sebebi kim?
   


17 Kasım 2013 Pazar

Sabancı Müzesi, Anish Kapoor

Bir haftalık son iznimi kasımın bu güzel günlerine saklamakla iyi etmişim. Tatile gitmekle geçirdiğim diğer iki haftamdan sonra İstanbul'u gezip, aylaklık yaptığım bir hafta bana iyi geldi. İnsan tatilde yoruluyor zaten en güzeli birkaç günü aylaklığa ayırmak, insan ancak o zaman dinleniyor. Pera müzesi, İstanbul Modern ve en sonda Sabancı müzesini gezdim. Daha önceki yazımda da dediğim gibi çağdaş sanatı sanatın tıkandığı yer olara görüyorum. Sanattan anlayan birileri okuyorsa bu yazımı beni cahil ve sığ olarak tanımlayabilir ve doğrudurda. Sanatla iç içe büyümedim ve bir yere kadar anlayabiliyorum. Kendi düşünceme göre çağdaş sanata bakışım budur. Sophia Vari eserleri oldukça soyut gelmişti bu nedenle Anish Kapoor'da da aynı duyguyu yaşayacağımı düşünmüştüm. Aslında normal şartlarda para verip gideceğim bir sergi değildi ama Sabancı müzesinin facebook sayfasından davetiye kazandım :) Ve gidip gördüğüme çok memnun oldum, her yerde muazzam büyük eserler deniliyordu ama görünce yine de şaşırdım, gerçekten büyükler. Taşınması oldukça zor olmuştur muhakkak. Oldukça soyut heykeller tabii ama kullanılan malzemeler ilgi çekici. Parıl parıl parlayan ya da acaba boşluk var mı yok mu diye düşündüğünüz eserlerden etkilenmemek mümkün değil.




Bazı eserler duvara monteli gibiydi. Nasıl yapılmış, nasıl getirilmiş çok merak ettim. Bir ara araştıracağım. Örneğin bu eser duvarın içinde. Eğer öyleyse koca duvarı taşıyacak halleri yok dimi ?

Bu esere baktıkça içinde kayboluyorsunuz.


Ben ejderhaya benzettim biraz ama arkadaşım aynı fikirde değildi.


Diğerleri








13 Kasım 2013 Çarşamba

Pera müzesi, Düşler İmgeler Gerçekler ve Sophia Vari

Bilen bir arkadaşımın dediğine göre bu sanatçıları ve bu eserlerini bir arada görmek biraz zormuş. Sanatla çok iç içe olmasamda ara sıra gitmeye gayret ediyorum ufkum açılsın diye. Ama bana göre sanatın tıkandığı yer modern sanat. Başka bir sergide de Sophie Vari eserleri sergileniyordu. Bana hitap etmeyen, anlayamadığım eserler ortaya çıkarmış sanatçı. Benim bakış açıma göre; sanatta herşey yapılmış zaten, artık daha farklısını yapmak lazım bu noktada sanat tıkanır ve ortaya oldukça öznel, düşün düşün bir şeye benzetemediğim eserler çıkar. Sophie Vari, Fernando Botero'nun eşiymiş. Hani şu pofuduk kadınları çizen ressam.

Sophie Vari eserleri tablolar ve heykellerden oluşuyordu.





Ve gelelim asıl sergimiz olan Düşler İmgeler ve Gerçeklere.

Tanıtım bülteninden :

Pera Müzesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 90. yıl dönümü anısına gerçekleştirdiği sergide, modern Türk resim sanatından örnekler ve imgeler üzerinden yakın dönem bir tarih okuması yapıyor. Ekrem Işın küratörlüğünde hazırlanan ve Avni Arbaş, Nuri İyem, Abidin Dino’dan Bedri Rahmi Eyüboğlu’na, Cihat Burak'tan Turan Erol, Nedim Günsür Yüksel Arslan’a uzanan geniş dağılımlı seçki, Kuvayi Milliye yılları, köy yaşamı, göç, gecekondulaşma ve kentleşme, modern yaşamın yalnızlaşan bireyleri ile geçmişi yorumlama gibi alt temaları içeriyor, plastik sanatlar aracılığıyla Cumhuriyet tarihimize bir bakış sunmaya çalışıyor.

İnsan gezdikçe ressamları eserlerinden tanımaya başlıyor. Şimdilik tanıyabildiklerim Bedri Rahmi ve Nuri İyem.  Tarzları farklı olduğu için ikisinide tanımak kolay tabii.

Bu bana hayvanlar çiftliğini anımsattı.


Hakkı Anlı, Nazım Hikmet'e Saygı. Fransızca cümlede "Dört nala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan"




Nuri İyem






Köyden kente göç




Şehirdeki gecekondululaşma





Bedri Baykam


Cihat Burak 1.Ahmet'in rüyası


Erol Akyavaş





Ve diğer tablolar






 


11 Ekim 2013 Cuma

Sabahattin Ali, İki Gözüm Ayşe

Göklerde kartal gibiydim / Kanatlarımdan vuruldum/ Mor çiçekli dal gibiydim/ Bahar vaktinde kırıldım.


Türkiye’nin ilk faili meçhul cinayetinin kurbanıdır Sabahattin Ali ne yazık ki. Ve ne yazık ki arkası gelecektir bu cinayetlerin.

Kitabı okumadan önce Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya aşık olduğunu ve bu mektupların aşk kokan mektuplar olduğunu düşünmüştüm. Oysaki bu mektuplarda biraz aşk, çokça dostluk var. Sabahattin Ali bazen aşkını itiraf ediyor hatta evlenme teklif ediyor bazende iyi bir koca bulup evlen diyor Ayşe Sıtkı’ya. Ve bir gün Ayşe Sıtkı’dan önce evleneceğim diyor ve evleniyor. Bu mektuplar çokça da mahpus bir adamı dünyaya, yaşama bağlayan mektuplar. Dışardan bir ses duymanın içeridekiler için ne kadar mühim olduğunu anlıyoruz bu mektuplardan. Yani oldukça hayati öneme sahip mektuplar.

Ve Sabahattin Ali’yi en iyi bu mektuplardan tanıyabiliriz sanırım. Onun melankolik olduğu kadar şakacı, ölmek isteyen biri olduğu kadar yaşamada bağlı biri, her an aşık olabilecek biri olduğu gibi evlenmeyi ciddi bir konu olarak gören, insanların onun hakkında ne düşündüğünü merak eden, yeşil mürekkep seven, eleştiriyi pek sevmeyen, eleştirmenleri gereksiz bulan, Ankara sevmez Aydın sever  biri olduğunu satır aralarında okuyabiliriz.

Ve Ayşe Sıtkı’ya da daha az mektup yazdığı için kızmamak elde değil, mahpus olan bir adamın dünyayla tek bağlantısının mektuplar olduğunu düşünürsek, o bir yazarken Ayşe Sıtkı’nın iki üç yazması gerekirdi diye düşünüyorum.

Son olarak; Sabahattin Ali’nin peşini bırakmayan kötü talihini ondan yıllar önce aynı kara bulutla dolaşmış Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Vedad’la benzeştirdim. Okumayanlar için Bir Acı Hikaye’yi de  öneririm.

Kitaptan alıntılar

“Sonra düşünüyorum ki anlamak sorununda zekânın rolü çok azdır. Anlamak için her şeyden önce iki şey lazımdır: Tolerans sahibi olmak, dünyayı ciddiye almamak. Düşünüyorum da, görüyorum ki benim dünyada itham edebileceğim bir fert bile bulunamaz, herkesle özdeşleşerek herkesi anlamaya o kadar hevesim ve istidadım var.”

 “Bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat yarın o fikre hücum için mani teşkil etmemelidir. Dedim ya, hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile…”

“İnsanı asıl öldüren kılıcı yemek değil, “sen de mi Brutus” demek mecburiyetinde kalmaktır.”

“Sebebi basit, benim her zamanki hastalığım: Yine âşıkım. Ah Ayşe, vallahi artık ben de şaşırdım, 15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun âşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum.”

“Dünyaya herkes mukadder bir vazifeyi ifaya gelirmiş, ben de zannediyorum ki sadece âşık olmak, zaman, mekan ve imkân düşünmeden âşık olmak için gelmişim, bereket ki boylu poslu yakışıklı bir delikanlı değilim, o zaman böyle kendi kendime tutuşmakla kalmaz, karşılık falan da görür, işi gücü maceralara haslederdik.”

“Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman: “Birbirimizi bulduk” diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe… Diğer tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor.”

“Gayet samimi söylüyorum Ayşe, şimdiye kadar evlenmeyi çok düşünmüş fakat evlendiğim zaman karımla böyle şeyler yapmaya mecbur kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ben bu işleri tamamen başka cins kadınların harcı telakki ediyordum. Düşün: Mahcup, terbiyeli, ciddi ve namuslu bir kız, insan onu görünce muhakkak hükmeder ki bunun aklından en ufak bir kirli ve gizli düşünce geçmemiştir ve geçemez. Fakat bu kızcağız mesela bir gece koluma girmiş, eve dönerken parmaklarını parmaklarıma geçirip öyle hırslı sıkıyor yahut öyle cesur ve birçok şeyler söylemek isteyen gözlerle gözlerime bakıyor ki utancımdan kıpkırmızı kesildiğimi hissediyorum.”

“Fatma’ya birçok selam. Eğer bu iş olmazsa ve kendisi de edebi ve namusuyla oturmayı vaat ederse Fatma’ya talibim kendisine söyle, eğer sen caymadıysan sana olan nikâh teklifimde de ısrarlıyım. Olmazsa kura çekeceğim. Gözlerinden öperim kardeşim.”

“Fakat benim gibi hayatta hiçbir şeyin zevkli olamayacağına bir kere kanaat getirmiş olanların yaşayışları bir tesadüftür ve yine bir tesadüf onları hayattan kolaylıkla ayırabilir. Ne yapayım, benim yaradılışım böyle imiş.”

“Ben ki hiç tanımadığım ve ehemmiyet vermediğim kimselerin bile şahsım hakkındaki fikirlerini merak eder, onlarda yaptığım tesiri anlamak isterim.”

“Kalemimdeki yeşil mürekkep bitmek üzeredir. Pertev’e gidip almasını söyledim, hiçbir yerde bulamamış ve mor mürekkep almış. Yani bundan sonra bu çok sevdiğim renkle yazamayacağım, hiç olmazsa uzun bir müddet…”

“Ayşe görüyorsun ki bitmek üzere olan bir mektup bana bir sürü gevezelik vesilesi verebiliyor. Sen bu kadarcık bir bahane bulmaktan ve bana birçok sayfalar doldurup göndermekten aciz misin? Senin erkekliğine, aman kadınlığına yakışır mı bu? Bütün lakırdı hazinenizi evlendiğiniz zaman kocanızın başının etini yemeye mi saklarsınız anlamam!...”

“Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte bu kadar ısrar etmeli?”

“Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki içersi benim kadar hayat dolu pek az insan vardır, fakat her şeyin fazlası gayri tabii neticeler verir. Ben o kadar çok, o kadar başka, o kadar çeşitli yaşamak istiyorum ki, bu arzu beni diğer yaşayanlardan ayırarak hayatımı, beni canımdan bezdiren hadiselerle dolduruyor ve ben yaşamamayı istiyorum, yani o kadar çok yaşamak istiyorum, hayatı o kadar seviyorım ki, asla az olmayan fakat daima engellere çarpan bu arzu beni ölümü dört gözle arayacak hallere düşürüyor.”

“Düşün Ayşe, ben bana lüzumsuz yere surat eden bir arkadaş yüzünden günlerce – hiç belli etmeden- kendimi yerim. Mesela bir lokantada garsonun yemek getirirken parmağıyla tabağın kenarından tutması –sesimi çıkarmasam bile- beni saatlerce sinirlendirir. Ben sesimin daima karşımdakinin sesinden bir perde yukarı çıkmasını, alnımın ( bunu yalnız kendim bilsem bile) daima herkesten bir parça yukarı durmasını isterim, şimdi hapishanede hiçbir hareketlerine ses çıkarmayacağım birtakım mecburi arkadaşlar beni nasıl yiyip bitirirler, akılların almayacağı bir pislik ve sefaletteki bir nezarethane beni nasıl çıldırtır, aşağılık bir karakol kumandanının sırıtarak uzattığı kelepçe beni nasıl öldürür ve en nihayet herhangi bir gardiyanın küçümser tavırları beni nasıl için için kudurtur.”

“Hiç kimse benim kadar azaplı, acılar, üzütüler, bayağılıklar ve densizliklerle bir çocukluk geçirmemiştir. Hatta ben çocukluk bile geçirmediğimi söyleyebilirim ve bugün bazı tavırlarımdaki çocukca haller o zamanlardaki içime atmaların tabii bir neticesidir.”

“Mesela ben seni hiçbir zaman sana mektup yazarken, yani tasavvur ederken olduğu kadar sevmemişimdir. Bütün arkadaşlarım için de böyledir, sevdiklerimi ben arkalarından daha çok severim, hatta onlarla uzun bir beraberlikten adeta korkarım… Korkarım ki uzun bir temas onlarda, kafamdaki tasavvurlarda bulunmayan noksanlar ve sakatlıklar meydana çıkaracak. Aynı zamanda da sevdiklerimin hakikatte benim tasavvur ettiğim gibi olmadığı düşüncesi içimi kemirir, sonra da bunda hata etmek ihtimali ve dostlarımdan şüphelenmek beni pişmanlığa sevkeder.”

“Ölerek beni sevenleri hayal kırıklığına düşürmek istemiyorum. İsteyerek ölmek bir hayli bencilce bir şeydir ve bazı dostlarım beni adeta büyüleyerek kendimden başkalarını da düşünmeye sevkediyorlar. Ve ben onlara adeta kızıyorum. Benim için çok hayırlı ve lüzumlu olduğunu bildiğim bir işten beni alakoydukları için kızıyorum.”

“Mesela her tarafı ormanla sarılı yüksek bir dağda ufak bir kulübede ömrümün sonuna kadar kimseyle görüşmeden yaşamak, taşlar , yapraklarla konuşmak ve düşünmek istiyorum. “

“Bir arkadaş istiyorum. Benimle hiç konuşmadan beni tamamen anlayacak, benimle karşı karşıya saatlerce hiç konuşmadan oturabilecek bir arkadaş.”

“Benim şikayetim bugünkü felaketlerim değildir, ben ileride bu felaketleri zevkle anımsayacak mesut günlere erişemeyeceğimi bildiğim için bu kadar mütessirim.”

“Fakat beni yalnız bırakmayın. Beni kendi kendimle bırakmayın.”

“Muhakkak ki insanlar genellikle fena, daha doğrusu her türlü fenalığa eğilimli. Fakat hepsi böyle , içlerinde müstesnası yok ve iyiler ancak fenalığa zaman, imkan ve vesile bulamayanlar.”

“Çok ve çeşitli yaşamaktan bir şey çıkmaz, çok ve çeşitli düşünmeli…”

“Ben yazılarımı çok severim ve yegâne zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım.”

“Bir frene muhtacım, sana vapurdan yazdığım mektupta yazdığım şekilde bir arkadaşa muhtacım. Yarım taraflarımı örtecek veya tamamlayacak birisine muhtacım.”

“Ve bence eleştirmenler de mebuslar gibi isimleri büyük fakat kendileri lüzumsuz adamlardır.”

“Bence bir kızla ahbaplık eder etmez aklına evlenmek getirmek bir kuzuyu okşarken “kaç okka eti çıkar, pirzolası nasıl olur?” diye düşünmeye benziyor.”

“Çünkü ben içimde birçok insanların aynı zamanda ve aynı kudretle yaşadıklarını duyuyorum. Bazen bu kadar kalabalık şahsiyetlerin arasında kendi hakiki benliğimi bulmakta müşkülat çekerim, hatta bulamam. Bunların hepsi muhtelif zamanlarda ve yerlerde benim hakiki ve samimi şahsiyetlerimdir. Ve işte bunun için ben hayatımda hiç kimseye kati olarak “sen şusun sen busun” dememişim ve sen şöyle veya böyle düşünüyorsun diye hüküm vermemişimdir. İnsanları iyi tanıdığımı iddia ettiğim halde onlar hakkında hüküm vermekten kaçışım bazı kimselerin garibine gidiyor. Fakat ben gayet iyi bilirim ki şimdi şöyle olan bir adam bir müddet sonra aynı samimiyet ile başka türlü olabilir ve bugün düşündüğünün yarın aksini düşünebilir.”

“Mesela hayatta geçirdiği tecrübe veya felaketlerden dolayı esas itibariyle değişmiş bir kişi bile yoktur. Ve bir insanı tecrübe hiçbir zaman daha akıllı yapmaz, belki daha ihtiyatlı yapar.”

“Türkiye çürümüş… Türkiye’nin tamir edilecek hali kalmamış. Türkiye yıkılıp yeniden yapılmaya muhtaçtır. Türkiye’de pek nadir müstesnalarla okumuş yazmış adam bırakmamak, memur bırakmamak hatta şehirli bırakmamak lazımdır. Türkiye’de milyonlarca adamı sürüyüp götürecek çok kanlı bir ihtilal, onun arkasından namuslu fakat şiddetli bir terör lazımdır. Kan birçoğunu öldürür fakat ölmeyenleri yıkar, temizler ve bu memleket de belki bir şeye benzer.”

“Soldaki pencereden doğru gelen yumuşak rüzgar bana dünyada en sevdiğim şehir olan Aydın’ı hatırlatıyor…”

“Fatma’ya cevap yazamıyorum. Geldiği zaman görüşürüz. Beni görünce aklı başından gidiyormuş ama, ehemmiyeti yok, yanına güzelce bir muallim hanım daha alsın, o zaman da benim aklım gider. Ziyarete gelirken münasip şekilde süslenmeyi ihmal etmesin, aylardır güzel kız gördüğümüz yok…”

“Bu Sinop ne berbat yermiş!.. Ahalisi zaten hoşuma gitmemişti ya, havası da berbatmış. “

“Aman Ayşe… İmtihanların bittiyse, işin başından aşkın değilse bana bugünlerde her hafta mektup yaz. Birşeyler bul ve yaz…”

“Halbuki dünyada bana ”ne istiyorsun?” diye sorsalar hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: “Anlaşılmak istiyorum.”

“Ve dikkat ettim, susanlar daha iyi anlaşıyorlar...”

“Dört sene hocalık ettim, her gün bu işten vazgeçip başımı alıp gitmek arzularıyla savaşırdım… Ben bu dünyaya kitap okumak,aklına esince yazı yazmak,akıllı arkadaşlarla fikir ve lakırdı maçı yapmak için gelmişim. Bundan başka her iş iğreti geliyor..”

“En ateşli ve kafası kaynayan adamı Ankara’da bir sene bırakınız, dünyanın en apatik, en boş adamı olmazsa bir şey bilmem… Ne Allahın belası yer be…”

“Bu sefer ben Ankara’ya gelirken Haydarpaşa Vapuru’nda sana böyle bir şey söylediğim zaman “ben karışmam” demiştin. Yine karışma, ben karışayım ve sen bana tabi ol. Hem sen benim gibi efendiyi mum ile arasan bulamazsın. Güzellikte senden fersah fersah ileride. Mesela bir Grek burnu bir Ayşe kıymetinde. Boy pos Allaha şükür yerinde, hiç olmazsa seninkine muvafık. Akıldan yana hiç değilse sen bir şey söyleyemezsin. Aşk ve muhabbet meselesine gelince, beraber gitmekten sıkılmayacak kadar birbirimizden hoşlandığımızı zannediyorum. Suluca âşık olacak kadar çocuk değiliz herhalde. “

“Akıllı Ayşe, bundan sonra sana her mektubumda nikâh teklif edeyim, çünkü böyle yapınca bir haftada cevap alıyorum. Yani tetik ol ,biraz geciktin mi şıp diye nikâhına talibim.”

“Sakın darılma iki gözüm Ayşe’ciğim, ben hatun kişilerin, hatta senin kadar akıllı olanların bile aklından şüphe ederim. Yarın öbürgün kalkar bir serseme varırsınız, insanın yüreği yanar.”

“Bir insanı melaike diye sevmek  budalalıktır, insanları bütün pislikleri, hırsları, zaafları ile sevebilmek bir meziyet, hatta bunun fevkinde bir  şey, bir kahramanlıktır. Dostlarımızda, kendimizde de bulunmayan yücelikler aramak insafsızlıktır. Bütün insanlar birbirinden farksızdır.”

“Ha, aklıma gelmişken söyleyeyim, müsaade buyur da yazılarımı yalnız ben “gevezelik” diye niteleyeyim, sen bu kelimeyi kullanma; olmaz mı?”

“Ben gebersem 40 yaşında bir Sabahattin Ali’yi gözümün önüne getiremiyorum.”

“Ayşe, mektuplarımı kirli çoraplarının yanına attığın hakkındaki sözlerin şaka mı yoksa ciddi mi?”

“Ayşe, sana yalnız sana bir şey söyleyeceğim: Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır, fakat bunların bir tanesi onarılamazdır. Ve beni her zaman üzecektir. Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim.  Bunları neşretmekle asla iyi bir şey yapmış olmadım.  Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim. Gelip geçici bazı taraflarım bunlarda görülse bile ben asıl Sabahattin Ali ile bu yazılar arasında bir irtibat göremiyorum. ..”

“Birkaç sene evvel Pertev’e yazdığım mektupta tasvir ettiğim zevceyi, ben çalışırken el işiyle uğraşan, bana çay pişiren ve kapılardan melek gibi, hayal gibi süzülen kadını hatırladım. Bir tane bulursam derhal emre amadeyim. A benim Ayşe’ciğim, sen böyle mahlukların yeryüzünde mevcut olmadığını benden iyi bilirsin. O zahiren yumuşak görünen kediler yakayı bir kere ellerine verilince ne kaplan kesilirler bilsen… Hem de ne laf anlamaz kaplan… Ben bu kaplanların laf anlayanını tercih ederim.”

“Beni annem bile sevmez, sevmek istediği halde sevemez. Kendisine her türlü münasebetsizliği yapan erkek kardeşimi sever, küçük kız kardeşimi sever, fakat beni sevemez. Basit kafası böyle bir şeyi kabul edemediği için sever rolü oynar, hatta kendisine karşı bile…”

“Ve yalnız annem değil, hiç kimse beni sevemez.  Birçokları beni garip, hoş, tetkike değer bulurlar. Birçokları beni beğenir ve bana acırlar.  Bana karşı alaka duyarlar. Bazen bu muhtelif hisler o kadar karışır ki, beni sevdiklerini zannederler.  Fakat ben beni hiçkimsenin sevemeyeceğini bilirim. Beni niçin sevemezler? Bunu ben de kati olarak bilmiyorum. Yalnız bunun böyle olduğunu seziyorum.”

“Sen birkaç mektubunda beni sevdiğinden bahsetmiştin, hem çok sevdiğinden… Ve beni kendine yakın bulduğunu yazmıştın… Ben hâlâ buna inandığım halde, buna inanmak istediğim halde bir noktayı halledemiyorum: Beni anlayan ve beni seven bir insan nasıl olur da bana iki ay hiçbirşey yazmayabilir ?”

“Beni yalnız bırakmak, beni öldürmekle birdir.  Yeryüzünde yalnız olmadığım benim her zaman kafama vurulmalıdır.”

“Benim ne afet olduğumu şimdi mi fark ettin ? Ankara’ya gelde yanıp tutuşanları bir gör. Zaten bilmiyor musun a iki gözüm, İzmir’de sen Ankara’da ben, üstümüze dilber yok...”

“Ben kendimi yoklayınca ancak şu iki işi benimseyerek yapabileceğimi hissediyorum: İki bin sene evvel dünyaya gelip Eflatun’un akademisinde çene yarıştırabilirdim. Bir de bugün bile hiçbir yerde, uzun müddet kalmadan, hatta birçok vücut hırpalanmalarına da tahammül ederek dünyayı dolaşabilirim. Ölünceye kadar gezebilirim. Hatta o zaman konuşmak ihtiyacını bile duymam.”

“Bu sefer Ankara’ya gidersem, yukarıda yazdığım gibi, etrafıma bakmadan çalışmak, kendi alemime gömülmek, etrafımla ancak bir gözlemci sıfatı ile alakadar olmak niyetinde olduğumdan, eskisi gibi kötüleyemeyeceğimi tahmin ediyorum. “

“Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine  âşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat âşıklık sana üzüntü vermeye, seni şevkli çalıştırmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye başlarsa derhal vazgeç.”

“İzmir’i sevmiyorsun pekâlâ ama hâlâ anlayamadın ki dünyanın her yeri aynı boktur… En akıllıca iş bulunduğu yere tahammül etmek, orayı katlanılır hale sokmaya çalışmaktır.”

“Dış hayatını makineleştir ve kafanı ancak kitaplarla ve kafa dengi dostların düşünceleriyle meşgul et…”


“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.  Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz.  Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük…
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeği verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”




6 Ekim 2013 Pazar

Nehir; Hira Tekindor çevirisiyle, Ayça Bingöl, Canan Ergüder, Haluk Bilginer





Özel tiyatrolara fahiş fiyatlarından dolayı pek gitmem. Devlet ve şehir tiyatrolarında da iyi oyun bulabilmek oldukça zor. Aklımda kalan oyunlar Ful yaprakları, Profesyonel, Sokrates’in son gecesi ve özel tiyatroda oynayan Mucizeler Komedisi sadece. Yine de her sene birkaç oyun izlerim. Bu sene başlangıcı biraz tuzlusundan yaptım. Oyun atölyesinin Nehir oyunuyla. Herşeyden önce Haluk Bilginer’i izlemek bir zevk. Küçük bir salonda 3.sıradan izledim, elimi uzatsam tutacaktı hani :)  Sesi, tarzı, tipiyle oldukça etkileyici bir adam. Bir kahve içsek, biraz konuşsak aşık olabilirdim sanırım. Bir de Ayça Bingöl’ün bacaklarına bayıldım, çok güzeller :)

Gelelim oyuna; bildik sıradan bir konunun, bir adamın ayrıldığı veya ölen eski sevgilisini hayatına giren yeni kadınlarda araması, onunla olan macerasını tekrar etmesinin anlatımı. Oyunda fazlaca argo kullanımı açıkcası beni rahatsız etti. Yerli yerinde olunca argo, müstehcenlik oyuna, hayata ayrı bir tat katıyor. Ama gereksiz kullanılınca da tam tersi bir etki yapıyor. Oyunculuklara söylenecek bir laf yok elbette sadece en sonda çıkan 4. oyuncu çok alakasız olmuş. Sanki setten birini nasılsa 2 dakikalık bir rol deyip yaka paça oyuna sokmuşlar gibi duruyordu. Konu çarpıcı olmayınca ve 1 saat gibi kısa süren bir oyun olunca insan verdiği paraya üzülüyor. Bildiğiniz gibi özel tiyatro fiyatları öyle her ay gidilebilecek gibi değil. 50 tl normal fiyatı, indirimli seans fiyatı ise 35 tl. İyiki de 35 tl vermişim ki ona bile üzüldüm.Tek tesellim Haluk Bilginer’i dünya gözüyle görebilmek oldu.

Ve tam Türk insanın yapacağı şeyi yaparak oynadığı rolle Bilginer’i özdeşleştiriyorum. Evet oyundada kadınları aldatan bir erkeği canlandırıyordu, gerçek hayatında da pekde bunun dışında biri olmadığını biliyoruz. Oynarken çokda zorlanmamıştır sanırım.

Sonuç olarak, ben Haluk Bilginer’i ne olsa izlerim diyorsanız gidin ama tiyatro benim için daha mühimdir paramın hakkını almak isterim diyorsanız bence verilen paranın karşılığını vermeyen bir oyun. Konu sıradan olunca oyunun süresini uzun tutup biraz daha farklılıklar katmak gerekir diye düşünüyorum.

Not: Ahşap dekor çok güzeldi.


4 Eylül 2013 Çarşamba

3 çocuğa kim bakacak ?




Pek değerli devlet adamı, aşk ve doğa insanı boşbakanımızın 3 çocuk tavsiyesini hepimiş duymuşuzdur. Fakat bu çocuklara kimin bakacağıyla ilgili bir açıklama yapmamıştır. Sadece babanın çalışarak ailenin geçiminin sağlandığı yıllar çok çok uzaklarda kaldığı için maalesef ki artık annelerde küçücük çocuklarını gözleri arkada kalarak bazen anneanne bazen babaanneye ya da bazen çokta iyi tanınmayan bir bakıcıya emanet ediyorlar. Çünkü hayat şartları eskisi gibi değil, eskiden büyük marketler, cep telefonları, bilgisayarlar, marka kıyafetler, bisküvinin çikolatanın 100 çeşidi yoktu. Baba çalışarak ailesinin temel ihtiyaçlarını karşılar, fazlasını bilmeyen çocuklarda hayatlarına mutlu mesut devam ederlerdi. Değişen hayatımızda maalesef ki artık çocuklar daha yaşamlarının en başındayken başkalarıyla kendini kıyaslıyor, onda var bende yok söylemlerine başlıyor. Ve anneyede aileye katkıda bulunmak için çalışmak düşüyor. Evet kadının çalışması kendisi içinde büyük bir adım. Zira kendini fazlasıyla çocuklarına ve eşine adayan bir kadın bir gün onlar olmayınca sudan çıkmış balığa dönüyor. Ben kimim, ne yaparım, yeteneklerim nedir, düşüncelerim nedir diye sorgulamaya başlayınca cevapsız buluyor kendini. Hem çocukları hem babayı hem de anneyi mutlu edecek bir çalışma sistemimiz maalesef yok. Kadın anne olunca işyerinde ona farklı çalışma zamanları, yöntemleri oluşturulması gerekirken tam tersine şartlar daha da ağırlaştırılıyor. En azından benim gördüklerimde durum bundan ibaret.
Şu an işyerinde 2 anne işten çıkıyor, sebebi de işyerinin onlara insiyatif göstermemesi. Çocuk senin sorunun gibisinden yaklaşımları.

İşe girerken bekar kadınlara ;evlenmeyi düşünüyor musun, çocuk istiyor musun soruları sorulan bir ülkede yaşıyoruz. Cevaplarınız evetse seçilme şansınız düşüyor.

Ülkemizde doğum izni toplam 16 hafta. 8 haftası doğumdan önce, 8 haftası doğumdan sonra kullanılıyor. Bu da demek oluyor ki anne bebeğini 2 aylıkken başka birine emanet edip işine başlamalı. Düşünün 2 aylık bir bebek annesinden saatlerce uzak kalıyor, annesine en ihtiyacı olduğu zamanlarda yanında annesi yok. Süt izini ise bebek 1 yaşına gelene kadar günde 1,5 saat. Bazı anneler bunu birleştirip tan bir gün olarak kullanabiliyor. Ama bazı işyerleri de buna müsaade etmiyor. Oysaki annenin en azından çocuk 1 yaşına gelene kadar bebeğiyle birlikte olması gerekir. Sonrasında da 3-4 yaşına kadar ona daha fazla zaman ayırması gerekir.
Ama ülkemizde annelere özel bir çalışma sistemi uygulanmıyor. 1 yaşına kadar bebeğinin yanında olmak isteyip, ücretsiz izin kullanmak isteyen annelerede kapı gösteriliyor. Tüm bu olumsuz şartları daha iyileştirmek varken nedense görmezden gelinip bir de dalga geçer gibi 3 çocuk yapın tavsiyesi veriliyor.

Umarım bir gün anneler için rahat bir çalışma sistemi oluşturulur. Zira bebek demek yarının yetişkini demek, sağlıklı büyüyen bebekler sağlıklı bir toplum demektir.

29 Ağustos 2013 Perşembe

Bugünlerde;  Orhan Pamuk Kara kitabı okuyorum. Son 50 sayfam. İsmi gibi kara olmadığı, çok zor bir roman olmadığını düşünüyorum. Evet Pamuk, biraz daldan dala atlamış, aslında paralelel olarak aynı konulardan bahsetsede bu kadar çok romanı, yazarı, karakterlerini iç içe geçirmeye gerek var mıydı? Bana biraz çok şey bilipte bunu göstermek isteyen yeni yetme bir yazar gibi geldi. Bakın ben Mevlana'yı da Şems'i de Hüsnü Aşk'ı da hurufiliğide bilirim gibisinden. Ama bu kadar uzatıp yine de sıkılmadan hala elimde tutup okumak istiyorsam yazar iyi bir şey yapmış demektir.

Biteli yıllar olan ama benim anca farkettiğim Klark programını izliyorum. Murat Menteş fena değil de Samed Karagöz'ün olayını çözemedim. 3 program izledim öylece durmak ve arada bir iki sıradan cümle kurmaktan başka bir şey yaptığı yok. Belkide ileriki bölümlerde açılır.

Çok sevdiğim ama zamanı denk getiremeyip kaçırdığım başka bir program olan Vapurda çay simit. Ömer Öztürk'ün içten, samimi sunumu ve sohbetiyle keyifle izlenen güzel bir program. Vapurda geçmeside benim için apayrı bir güzelliktir.

Ve dün izlemeye başladığım, asla eskimeyecek bir konu. Tarihi ve gerçekleri öğrenmemiz için okullarda bile izletilmesi gerektiğini düşündüğüm bir belgesel. Amerika'nın Gizli Tarihi

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Kendimi aştım !!!

Bu sene kendimi aşan şeyler yaptım, benim gibi korkak, ürkek, höt desen başını korumaya alan biri için fazla olan şeyler yaptım. Mutluyum, kendime şaşırmış durumdayım.

Viyana gezimde kocaman, göklere çıkan bu atlı karıncaya bindim. Atlı karında kapalı ama yüksekte olması sebebiyle sallantısı ve rüzgarın korkunç sesi çok ürkütücüydü.

Ordu'da Boztepe'de camla kaplı teleferiğe bindim. Uzun bir yolda, tepeden şehrin merkezine iniyor. İniş ve çıkışta ürkütücüydü.

En sonda alışveriş merkezindeki asansöre bindim. En tepeye çıkıp birden ortaya düşüyor, sonra tekrar yukarı aşağı iniyor. Gözlerimi hiç açmadım, çok korktum. Arkadaşım videoya çekmişti saydım, tam 15 kere indi çıktı. Bence çok fazla bir sayı, sürekli yanımdakine bitmedi mi diye sorup durdum. Ama neticede yapmak istediğim bir şeyi daha yaptım :)

Evet sırada yamaç paraşütü, bungee jumping var. Yok artık tabii bunları asla yapamam. Çünkü güvenli değiller, bilsem ki bir şey olmayacak bir şekilde kendimi ikna eder onları da yaparım. Bir de diğerleri kadar korkunç olmasa da ilk uçak yolculuğumu yaptım. Bu sene ne kadar çok ilklere imza atmışım. Ve daha sene bitmedi, kim bilir daha neler yapacağım :) Aslında en çok istediğim şeyler, hayvanlardan korkmamak, onlara dokunabilmek, sevebilmek ve korkusuzca yüzebilmek. Açık denizde yüzebimeyi çok isterdim ama ayaklarım
yere değecek takıntım var maalesef. Kim bilir belki bir gün bana bunları yaptıracak, sabırlı birini bulurum ;)

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Karadeniz

Viyana'da kalmışım en son. Birileri okuyor mu, ilgileniyor mu yazdıklarımla bilmediğim için gerisini getirmemiştim. Ama geleceğe not düşmek umuduyla arada devam ediyorum buraya notlamaya. Soğuk bir Viyana gezisinden kısa bir süre sonra kendimi yağmurlu Karadeniz havasına attım. Bir hafta süren turda, yeşile suya doydum resmen. Karadeniz bambaşka bir yer, her yerde şırıl şırıl akan şelaler var. Bu kadar yağmur yağar mı diyorsunuz ama bu kadar yağmur yağmasa böyle güzel olur mu oralar ? Gönlümde derelerde yürümek, suyu hissetmek, yaylada piknik yapmak vardı ama hiçbiri olmadı. Dereler deli dere, yağmurda hiç durmamacasına yağınca gönlümdekini değil şartların el verdiklerini yapmak zorunda kaldım.En heyecan verici yerlerden biri Ordu Boztepe'deki teleferik oldu. Benim gibi herşeyden korkan biri için hadi binelim buna diye ısrar etmek eceli gelmek gibiydi. Ama yaptım işte :) Teleferiğin enteresan taraflarından biri durmamasıydı. Hiç durmadan döndüğü için o kaçmadan yakalayıp binmeniz gerekiyor. Bir de kendini hop diye uçuruma bir atışı var ki görmeyesin gitsin. Güzel bir deneyimdi, oralara kadar gidip binmemek olmazdı.
En sevdiğim Ayder yaylasının tepesine çıkıp Palovit şelalesinden aşağıya yürümek oldu. Ve sisler içindeki Sümela Manastırı. Çok etkilenmesemde o kadar yükseğe yapılabilmesi etkileyici gerçekten. Ve bir de Fırtına Deresi, tam da ismini hak eden bir dere. Sesinden gece uyumak mümkün değil. Kaldığımız otel tam da derenin yanındaydı. Otelde kaloriferler yanıyordu, yüksekte olduğu için soğuk tabii. Bu otelde laz böreği yedim ve bayıldım. Daha öncede yemiştim ve hiç beğenmemiştim. Arkadaşımın tabağından şöylesine bir aldım ve hepsini yedim. Enfesti. Ve muhlama, üstündeki tereyağını görünce hayır yemem bunu diyor insan ama bu kadar mı anlamaz insan tereyağını. Of of canım nasılda çekti hepsinden.

Karadeniz deyince aklıma şelale,sis ve yağmur geliyor.  Deniz, kum, güneş tatili güzel ama bunlarda başka keyif. Güneydoğu ve Karadeniz gezilerim hep aklımda kalacak

12 Haziran 2013 Çarşamba

Viyana gezim

İlk yurt dışı hatta ilk uçak yolculuğum oldu Viyana. Beni sanatla iç içe bir şehrin bekleyeceğini biliyordum. Arkadaşımla heyecanla planlarımızı yaptık, sıra uçağa binmeye geldi. Biletlerimizi sky scanner aracılığıyla tripstadan aldık. Yolculuk tarihi yaklaştıkça bilet fiyatlarıda pahalanıyor, en iyisi bir kaç ay önceden almak. Otelimizi de booking den burası olarak aldık. Otel güzeldi, merkeze biraz uzak ama 10 dk. yürüyüşten sonra metroyla 5 dakikayla merkezdesiniz. Kahvaltı almadık sadece konaklama aldık. Odalarda 5 gün wi-fi ücretsiz. Temiz, güzel bir oteldi.

Oldukça tedirgindim, çat pat ingilizcemle gümrükten nasıl geçeceğimi düşündüm hep. Sürekli araştırdım neler sorulur nasıl cevap verilir diye. Ve sonunda kendimi emniyete almak için ingilizce konuşma kılavuzu aldım. Ama anladım ki endişeye mahal yokmuş :)

Atatürk havaalanına geldik ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. Arkadaşım döviz aldı, bu arada havaaalanında %4 komisyon alıyorlar. En iyisi dövizinizi önceden almak. Ben yurt dışı çıkış harcını (15 tl) önceden yatırmıştım, arkadaşım bunuda son ana bırakmış :) Neyse ki sıra yoktu üst katta vezneye yatırdı.
Elimizde bavul dolaşmaya başladık ne yapacağımızı nereye gideceğimizi bilmiyorduk. 2.kata çıktık oradan Thy'nin bölümünü bulduk bavullarımızı teslim ettik, iki yer var biri business için diğeri ekonomik uçuşlar için. Yanlış sırada beklemeyin sakın. Bavulu tarttılar, 20 kg sınırı var benimki 8 kg geldi.Bavul fişi ve biletimizi verdiler. Oradan hemen uçak girişi tarafına gittik buradada uçakta yanınıza aldığınız çantalara bakıyorlar. Dönüşte koca valizleri el bagajı olarak getirdiklerini gördüm. Kg fazlası olanlar için iyi bir fırsat tabii ama kg miktarına dikkat etmek lazım.Pasaport polisine pasaport ve bileti gösterdikten sonra uçağın kalktığı kapı numarasına bakıp oraya doğru gittik. Uçağa binerken yine pasaport kontrolü yapıldı. Yani uçağa binene kadar pasaport ve bilet elinizde olsun. Uçak uzakta olduğu için otobüsle uçağa götürüldük ve nihayet uçaktayız. Daha ferah bir araç bekliyordum açıkcası. Business kısmıda hakikaten çok komik, sadece bir perdeyle ayrılan küçük bir bölüm. Koltukları tam açılıyormuş galiba eee o kadar para veriyorlar az farkları olsun elbet.

Uçağa ulaşma çabamızdan bahsetmeyi unutmuşum az geri sarıp onuda anlatıyorum. O gün gezi parkı protestosunun ilk günüydü galiba, elimde bavul Taksim'deki havalaanı servisine gitmek üzere işten çıktım. Planım metroya binip 10 dakika sonra serviste olmaktı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, metro taksime gitmiyordu!!! Söylenerek metrodan çıkıp, taksime yürümeye başladım. Taksim zaten malum çalışmalar yüzünden şantiye gibi, bu yetmiyor gibi yaklaştıkça biber gazı etkisini göstermeye başladı. Bir yandan bavulumu sürüklerken bir yandan da gözlerimi silmeye çalışıyordum. İnsanlar gitme dedikçe ama gitmem lazım diyordum. Velhasıl meydana ulaştım, etraf polis doluydu çok fazla eylemci göremedim. Olanlardan birini de polis yakalamış, götürüyordu. Havada fırtına öncesi sessizlik vardı. Polislere küfürümü savurup yoluma devam ettim. Servisin yeri olaylardan ötürü değişmiş ve neresi olduğu belli değildi.Neyseki buldum ve uçağı kaçırmadan uçağa ulaştım.
Bu koşturmalardan ötürü açlıktan ölüyorduk ve yemeğe de fırsatımız olmadı.Yanımızdaki bisküvilerden yeriz diye düşünürken, birden bir el menü uzattı bize :) Uzun boylu, eli yüzü düzgün bir el :)  Menüde fena değildi doğrusu, biz bunlar pahalıdır falan derken arkadaşım kardeş bunlar kaç para demek yerine gayet kibar bir şekilde - fiyatları yazmıyor bunların dedi. Ve o elin sahibi bunlar ikramımız dedi. Aman Allahım ne diyor bu dedik ve zevkten dört köşe olduk, karnımız tok yolumuza devam ettik.

Viyana'ya iniş ve sonrası daha sonraaaa


4 Haziran 2013 Salı

Viyana izlenimlerim

3 günlük kısa ama yoğun Viyana gezim tamamlandı. Sonucunda 1 hafta izin alıp kendimi yatağa atıp uyumak istiyorum. Ne çektin be ayaklarım diyorum. Sabahın sekizinde başlayıp geceye kadar devam eden oldukça yoğun bir gezi oldu. Viyana'da gezilecek yer çok vaktimiz ise azdı. Bize de erkenden yollara düşmek kaldı. . Sadece birkaç saray gezer ve şehri bırakırsanız kendinizi o zaman 3-4 gün ideal ki bencede bizim yaptığımız gibi her müzeyi, sergiyi gezeyim diye kendini parçalamaktansa birkaç yeri gezip, şehrin sokaklarında gezmek en iyisi.

Bence mutlaka gezilmesi gereken yerler; Schönburnn Sarayı, Hofburg Sarayı, Alt Belvedere Sarayı (Lower Belvedere). Biz bunların dışında Üst Belvedere Sarayı,(eğer Gustav Klimt'in Kiss tablosunu görmek istiyorsanız burayı da gezmelisiniz) Albertina, Sanat Tarihi Müzesi, Savaş Müzesi ve Stephan Katedralini  gezdik. Çok istememize rağmen opera binasını gezemedik. Şehrin her tarafı tarihi binalarla çevrili, sokaklarında gezmek bile çok keyifli.

Ulaşım çok kolay, her istasyonda ulaşım haritası var. Yanlış bir yere gitmeniz imkansız gibi, tabii kaybolmak serbest ve eğlenceli. Bizde biraz kaybolduk, çoğunlukla da yanlış yöne binip bir durak sonra inip karşıya geçip yeniden bindik. 3 günlük bilet aldık, bileti bir defa okutmanız yeterli, her binişte okutmanıza hiç gerek yok. Bilet kontrolü her zaman yapılmıyor ama umulmadık zamanlarda yapılınca biletiniz olmayınca yüksek cezalar oluyormuş. Bu nedenle bilet almak en iyisi. Bizdeki gibi durağa gelmeden düğmeye basmıyorlar, otobüs vb. her durakta duruyor, durunca kapısındaki butona basıyorsunuz açılıyor. Binerkende her kapıdan biniliyor ve yine açmak için butona basılıyor.
Çeşmelerden su içiliyor.Lezzetli bir su, Alplerden geliyor.
Yazın gitmemize rağmen yağmurlu ve soğuktu. Giderken mutlaka hava durumuna bakılmalı. Tüm Avrupa şehirleri gibi düzenli, taşıt yolu, bisiklet yolu ve yaya yolu var. Yaya geçidinde taşıtlar geçmeniz için yol veriyor, en güzelide buydu. Hiç korna duymadık, yasakmış. Yine gelişmiş Avrupa şehirleri gibi erkenden dükkanlar kapanıyor, pazarları kafeler ve müzeler hariç her yer kapalı. Akşam 5'te insanlar evlerine çekilmeye başlıyor, şehir ölmeye başlıyor. Avrupa ülke insanının can sıkıntısını içki ve esrar gideriyor sanırım. Burada da esrar belli ölçülerde serbestmiş, dilenciler açım diye dilensede esrar için dileniyormuş. Ama bir defa para istedikten sonra bizimkiler gibi yakanıza yapışmadan uzaklaşıyorlarmış. Metroda ve sokaklarda bir kaç tane uyuşturunun etkisiyle yerlere yatmış insanlar gördük. Genel olarak; düzenli, yaşaması kolay, güvenli gibi duran, tarih kokan bir şehir. Ama yaşamak ister miyim ? Hayır, Türkiye özellikle İstanbul tüm kargaşasına rağmen daha canlı, hayat dolu bir şehir.

28 Mayıs 2013 Salı

Viyana yolculuk hazırlıkları



Pasaportumu çıkaralı 6 ay gibi bir zaman oluyor. 2 yıllık süresi dolmadan ilk uçak ve yurt dışı seyahatimi yapmak istiyordum. Daha önce birkaç defa vazgeçtiğimiz Viyana’da arkadaşımla karar kıldık. Daha önce hiç vize başvurusu yapmadığım için ne yapılır bilmiyordum ve kutsal bilgi kaynağımız googledan başladım araştırmaya. Maalesef bu işlerde para peşin oluyor. Avusturya turist vizesi için ; herhangi bir Yapı Kredi şubesine 60 € vize bedeli, 29 tl telefonla randevu bedeli, 3,5 tl ykb işlem bedeli ödüyor. Daha sonra dekontta yazan pin numarasıyla 0212 373 58 25 nolu telefondan randevu alıyorsunuz. Bize 2 hafta sonrasına randevu verdiler. Konsolosluk Yeniköy’de, 4.Levent’ten Sarıyer otobüslerine veya Yeniköy minibüsüne binip hemen önünde iniyorsunuz. Vize görüşmesi kısa sürüyor, ben bir odaya gireriz birkaç kişi sorguya çeker diye düşünmüştüm fakat 3 vezne var, isminiz okununca oraya gidip evrakları teslim edip görevlinin varsa bir iki sorusuna cevap veriyorsunuz. Bize 2 gün sonra gelin dediler. Gittik 1 aylık vizemizi kaptık.

Gelelim hazırlanacak evraklara ; vize randevusundan sonra gerekli evrakları mail olarak gönderiyorlar. Ama nedense biz inanmadık sürekli araştırdık, oysaki hiç gerek yok tamda maildeki evrakları istiyorlar. Yok efenim vergi levhasının arkasınında fotokopisi olmalıymış, yok ıslak kaşe olmalıymış falanda falan. Bize sordukları sadece otel ve uçak biletinin makbuzları oldu. Otel ve bilet mail olarak geldiği için çıktısını eklemiştik, ödendiği nereden anlaşılıyor falan dediler ama sorun olmadı yinede. Kredi kartı ektresinin eklenip, ilgili ödemeler işaretlenirse iyi olur kanısındayım.

Avusturya Schengen Vizesi evrak sıralaması şu şekildedir :

1.        Uçak rezervasyonu
2.        seyehat sigortası
3.        otel rezervasyonu
4.        davetiye (varsa)
5.        calışma+izin belgesi  (işveren imzalı izin yazısı)
6.        maaş bordroları (son ay en üstte) (son 3 ay )
7.        SSK ise giriş belgesi
8.        SSK hizmet dökümü (internetten kendiniz alıyorsunuz)
9.        banka hesapları
10.     vergi levhası
11.      faaliyet belgesi (son 6 aylık ve aslı olmalı)
12.     imza sirküleri
13.      ticari sicil gazetesi
14.     var ise tapu (fotokopi)
15.      var ise evlilik cüzdanı (fotokopi)
16.     nufüs kayıt örneği
17.      pasaport fotokopileri  (daha önce vize aldıysanız onunda fotokopisi ve eski  pasaport varsa onunda fotokopisi)

İşveren izin yazım şu şekildeydi, şirket antetli kağıdına yazdım ve patron imzaladı


……..  ……ÜRETİM
DAĞITIM VE TİC.LTD.ŞTİ.
……. CAD. ……SOK.NO…
                                                                                ……./ İSTANBUL

../../2013

Avusturya Başkonsolosluğu  İSTANBUL
Vize Bölümüne,

Şirketimiz çalışanlarından ….. …. ……/05/2013 & …/…./2013 tarihleri
arasında yıllık yasal iznini ülkenizi turistik amaçlı ziyaret ederek kullanmak 
istediğini belirtmiş ve bu nedenle işbu yazı tarafımızdan düzenlenmiştir.
Seyahat dönüş tarihinden itibaren firmamızdaki ilgili bölümde çalışmalarına
devam edecektir.

Bilgilerinize.
       
                                                                                                    Yetkili Adı  Soyadı:                                                                                                                                 İmza:   

Tüm  Bu evrakları hazırlayıp bir de buradaki formu istendiği gibi doldurup evraklarla teslim   ettim.  2 adet fotoğraf yazmışlar ama 1 tane aldılar. Fotoğraf olayında gereksiz stres yaptım; 6 ay önce pasaport için biyometrik fotoğraf çektirmiştim her ne kadar yeni fotoğraf isteselerde ben  bir daha masraf yapıp yeni çektirmek istemedim. Aldım onu gittim, arkadaşla evrakları karşılaştırırken birde baktım onun resmi mini minnacık benimki kocaman. Aman dedim şimdi yandık, 3 kuruştan kaçarken başıma iş gelecek. Neyseki görevli aldı fotoğrafımı güzelce kesti, küçülttü. Arkadaşımda schengen vizesinin olduğu eski pasaportunu getirmeyi unutmuştu ama fotokopisi vardı, ona da aslı nerede bunun demediler.Velhasıl vizemizi aldık, yakın zamanda kısa bir Viyana ziyaretine gidiyoruz....

Biletlerimizi tripstadan aldık. Thy biletleri olmasına rağmen buradaki sitelerde daha ucuz gözüküyor ama ödeme aşamasında 45-50 tl idi sanırım ekleme yapıyorlar. Thy ile kafa kafaya geldi diyebiliriz, acentedan alsaydık taksitte yaparlardı sanırım. Bu arada seyahat tarihi yaklaştıkça otel ve bilet fiyatı arttıkça artıyor.

oteli, bookingden bu oteli aldık. Bakalım nasıl çıkacak..

 


B
bbb